Bölümler

ÂHİRET HAYATI (8) AKRABALIK BAĞLARI İLE İLGİLİ HADİSLER (14) ALLAH'IN VARLIĞI (1) ANNE-BABA HAKKI (7) ASR-I SAADETTEN İNCİLER (73) AYETLER (41) BATIL İNANÇLAR (6) BELİRLİ GÜNLER (18) BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ? (52) BÜYÜKLERİN SÖZLERİ (86) ÇEVRE BİLİNCİ (2) ÇOCUKLAR İÇİN HADİSLER (34) ÇOCUKLAR VE EBEVEYNLER... (39) DİLLE İŞLENEN AMELLER (1) DUA AYETLERİ (27) DUA KONUSUNDA HADİSLER (59) DUALAR (138) DÜNYA-AHİRET DENGESİ-HADİSLER (15) DÜRÜSTLÜK HAKKINDA HADİSLER (17) ESMAÜ'L-HÜSNÂ (8) FIKIH (60) GIYBET KONUSUNDA HADİSLER (10) GUSÜL-BAYANLARA ÖZEL HALLER HAKKINDA HADİSLER (14) GÜZEL AHLÂK KONUSUNDA HADİSLER (49) HADİSLER (49) HAMD VE ŞÜKÜR KONUSUNDA HADİSLER (26) İLİM KONUSUNDA HADİSLER (24) KADIN (4) KARI-KOCA HAKKINDA HADİSLER (14) KISSADAN HİSSE (42) KİBİR HAKKINDA HADİSLER (8) KUL HAKKI KONUSUNDA HADİSLER (28) KULLUK BİLİNCİ (9) KUR'AN ARAPÇASI -ARAPÇA ÖĞRENELİM (6) KUR'AN-I KERÎM (28) KURAN-I KERİM'İN HER CÜZ'ÜNDEN BİR MESAJ (16) MEVLÂNÂ'DAN İNCİLER (47) NAMAZ (86) NAMAZ KONUSUNDA HADİSLER (27) NİKÂH VE EVLİLİKLE İGİLİ MERAK ETTİKLERİMİZ... (28) ORUÇ VE RAMAZAN (131) ÖZLÜ SÖZLER (40) PEYGAMBER SEVGİSİ KONUSUNDA AYETLER VE HADİSLER (9) SABIR KONUSUNDA HADİSLER (19) SADAKA KONUSUNDA HADİSLER (38) SEVGİ VE DOSTLUK HAKKINDA HADİSLER (11) SORU-CEVAP KÖŞESİ (205) SORULARLA BAYANLARA ÖZEL HALLER (88) SORUMLULUK-ÖZGÜRLÜK (3) SOSYAL MEDYADAN GÖNLE TAKILANLAR (39) ŞİİRLER (40) TEFSİR (11) TEVBE KONUSUNDA HADİSLER (25) TEVEKKÜL (9) TÜKETİM AHLÂKI VE İSRAF (14) VESVESE VE ŞEYTAN KONUSUNDA HADİSLER (10) YEME İÇME ÂDÂBI VE MİSAFİRLİK HAKKINDA HADİSLER (15) ZAMAN BİLİNCİ (7) ZİKİR KONUSUNDA AYETLER (7) ZİKİR KONUSUNDA HADİSLER (33) ZULÜM HAKKINDA HADİSLER (5)

16 Şubat 2020 Pazar

FARKLILIKLARIMIZLA BERABERLİK, SEVGİ VE MERHAMET İÇİNDE YAŞAMAK

FARKLILIKLARIMIZLA BERABERLİK, SEVGİ VE MERHAMET
İÇİNDE YAŞAMAK

ALLAH İÇİN SEVMEK VE CANA YAKIN OLMAK

“Mümin cana yakındır. (İnsanlarla) yakınlık kurmayan ve kendisiyle yakınlık kurulamayan kimsede hayır yoktur.”

« أَفْضَلُ الأَعْمَالِ الْحُبُّ فِى اللَّهِ وَالْبُغْضُ فِى اللَّهِ »
Ebû Zer"den rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek ve Allah için nefret etmektir.”

Allah için sevmek demek; kuşu, kelebeği, çiçeği, türlü güzellikleri sevdiğimiz gibi, Rabbimizin yarattığı tüm varlıkları; belki bir böceği, yılanı, fareyi, yarasayı da sevmek; güneşli bir havayı sevdiğimiz gibi bulutlu, yağmurlu, fırtınalı ve karlı havayı da sevmek; sadece bize iyiliği dokunan kişileri değil bütün insanları sevmek, uzun sözün kısası Yaratan hatırına yaratılan her varlığı değerli görmek demektir.
Örneğin, yarasalar olmasaydı, ne güzel olurdu diye düşünüyoruzdur belki. Bakın, yarasalar hakkında bilim adamları ne söylüyorlar:
“Günümüzde insanlar vampirler ile yarasaları kolaylıkla özdeşleştirebiliyor. Oysa yarasaların sadece bir türü kan içer. Yarasalar dünya üzerinde büyük bir olumlu etkiye sahiptir. Yarasalar böcek tüketiminde sağlam bir rol oynar. Yani bu gece uyumak için başınızı yastığa koyduğunuzda baş ucunuzda sevimli bir örümceğe rastlamadıysanız bunun için yarasalara teşekkür edebilirsiniz.” (Alıntı)
Havayı kapalı görünce, yağmurlu bir günde dışarı çıkmanın vereceği sıkıntıları düşünürüz hemen.  Okuduğum bir eserde, yağmur hakkında şöyle bilgiler mevcuttu:  Sadece bir yağmur bulutunun 300.000 ton suyu nasıl taşıyabildiğini düşünsek, hava durumuna dair olumsuz bakış açımız değişir belki.  Gökyüzüne baktığınızda 20 litrelik suları taşıyan damacanalar görsek, bu  damacanaların düşmeden gökyüzünde duruşunu bir mucize olarak değerlendirirdik.  Denizdeki tuzlar, kumsallarda ve çöllerdeki kumlar, yanardağlardaki küller,  göktaşları dünyaya doğru gelirken, atmosfere sürtünerek parçalara ayrılması sebebiyle oluşan parçacıklar hatta annenizin balona astığı çamaşırlardaki nem bile yağmur olarak dünyamıza geri dönüyor.  Aklımızın alamayacağı güzellikler adeta hizmetimize sunulmuş durumda…
Rahmet Peygamberi, canlı cansız bütün mahlûkata karşı sevgiyle yaklaşmış, hayvanlara, bitkilere, doğaya hulâsa bütün âleme muhabbet nazarıyla bakmış ve en güzel şekilde bunu dile getirmiştir. Peygamberimiz, dağlara, şehirlere duyduğu sevgiyi bile dillendirmiştir. Nitekim Mekke"ye, Medine"ye, Uhud Dağı"na olan sevgisini ifade ettiği bilinmektedir.
 Sevgiyi öğrenmemiş, sevgiye kapılarını açmamış, sevmeye yeteneksiz bir kalp, mümin kalbi olamaz. Hz. Peygamber bu durumu şöyle ifade eder: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız.”   

İnsan, kalbinde en çok Allah sevgisine yer verip bütün sevgilerinde O"nun hoşnutluğunu gözetince, daha önce nefret ettiği kişileri dahi sevmeye başlayabilir. Asr-ı saadette Hz. Hamza"yı şehit ettiren Hind ile Resûlullah arasında yaşanan hadise bunun en güzel örneğidir. Hz. Âişe"nin naklettiğine göre bir gün Hind geldi ve Hz. Peygamber"e, “Yâ Resûlallah! Vaktiyle yeryüzünde senin ev halkın kadar zelil ve harap olmalarını istediğim hiçbir ev halkı yoktu. Oysa bugün, yeryüzünde senin ev halkın kadar aziz olmalarını istediğim hiçbir ev halkı yoktur.” dedi. Resûlullah da Hind"ekendisiyle aynı hisleri paylaştığını söyledi.
Tanışıp kaynaşan insanların karşılıklı olarak birbirlerini sevebilmelerinin yolu ise selâmlaşmaktır. Resûlullah, “Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey öğreteyim mi? Aranızda selâmı yayın.” buyurmuştur .

Selâmlaşma, kişinin kendisini güvende ve selâmette hissetmesini sağlar. Kişi kendisine güven ve sükûnet sağlayana meyleder ve böylece sevgi hâsıl olur.
Selam vermek, sevginin yayılmasını, muhabbet ortamını sağlıyorsa, bugün evimize girdiğimizde, ev halkının hepsinin duyacağı şekilde, “Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun” şeklinde bir selamlamayla girmeye ne dersiniz?
İnsanları Allah için sevmeyi, Rabbimiz o kadar değerli görüyor ki, onların ecrini çok ayrı olacağı bakın ne güzel bir ifadeyle belirtiliyor:
Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ (kıyamet günü) şöyle buyurur: "Nerede benim rızam için birbirlerini sevenler! Gölgem dışında hiçbir gölgenin olmadığı böyle bir günde onları kendi gölgemde gölgelendireceğim. (Benim himayemden başka hiçbir himayenin olmadığı böyle bir günde onları, özel himayeme alacağım).”
İslam sevgiye değer verdiği gibi , sevdiğini söylemeyi de çok önemser. En son aile fertlerimizden veya yakın arkadaşlarımızdan birine ne zaman sevdiğimizi söylediğimizi hatırlıtor muyuz acaba?
Enes b. Mâlik"ten rivayet edildiğine göre, bir adam Hz. Peygamber"in (sav) yanında iken oradan birisi geçti. Adam, “Ey Allah"ın Resûlü, ben bu adamı seviyorum.” dedi. Peygamber (sav) de ona, “Bunu ona söyledin mi?” diye sordu. Adam “Hayır.” cevabını verdi. Hz. Peygamber, “Git, ona söyle.” buyurdu. Bunun üzerine adam o kimsenin yanına gitti ve “Ben seni Allah için seviyorum.” dedi. Öteki adam da “Beni kendisi için sevdiğin Allah da seni sevsin.” cevabını verdi.
Allah için yaratılan varlıkları insanları seviyorsak, onları incitmemek için gayret sarfetmeliyiz. Rasûlullah (sas) buyuruyor ki;
 “Hiçbiriniz kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe hakkıyla iman etmiş sayılmaz.”

Başka bir rivayate göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kişi sevdiğiyle beraberdir.”  Kimi sevdiğimize, kimlerle vakit geçirdiğimize dikkat etmek gerek. Vakit geçirdiğimiz kişiler yaşamımızda önemli etkilere sahiptirler.

Sevgili Peygamberimiz, Hz. Âişe"yi çok severdi. Amr b. Âs bir gün Peygamberimize, “Sana insanların en sevimlisi kimdir?” diye sormuş ve “Âişe” cevabını almıştı.  Aile fertlerimize verdiğimiz değerin ne ölçüde olduğunu bir düşünelim.

Bahsi geçen  rivayette insanları sevmenin farklı bir boyutundan bahsedilmektedir:
Rasûlullah (sas)’in kendisiyle yakından ilgilendiğini gören sahabe, en sevdiği kişinin kim olduğunu sorarken, birinci sırada kendisinin yer aldığını düşünüyordu. Cevabın ‘Ayşe’ olduğunu öğrenince, erkeklerden kimi en çok sevdiğini sordu Allah Rasûlü’ne. ‘Ayşe’nin babası’ cevabını alınca şaşırdı. İkinci olarak kimi sevdiğini sordu ‘Ömer’ cevabını aldı, üçüncü kişinin de ‘Osman’ olduğunu öğrendi. Şaşkınlığı bir kat daha artmıştı. Son bir kez daha şansını deneyerek aynı soruyu sorduğunda ‘Ali’ cevabını aldı. Beşinci kişinin kim olduğunu sormaya cesareti yoktu artık. Ama o gün şunu iyice anlamıştı ki, Rasûlullah (s), kendisiyle ve tanıdığı herkesle öyle yakından ilgileniyor, öyle samimi davranıyordu ki, tanıdığı herkes O’nun tarafından en çok sevilen kişinin kendisi olduğunu düşünüyordu.
İleride insanların bize ihtiyaç duyduğu hangi göreve gelirsek gelelim, etrafımızdaki insanlara kendilerini dünyanın en değerli insanı gibi hissettirmenin, ne kadar değerli bir davranış olduğunu ve Peygamber Efendimiz (sas)’in ne kadar önemli bir sünneti olduğunu unutmayalım…
Peygamber Efendimiz’in âzatlı kölesi Zeyd İbni Hârise’nin oğlu Üsâme’yi hatırladılar. Üsâme Resûlullah’ın kucağında büyümüş ve onun derin sevgisini kazanmış biriydi. Resûl-i Ekrem onu kucağına alıp “Allahım ben onu seviyorum, sen de onu sev” diye dua ettiği için kendisine “Resûlullah’ın Sevgilisi” derlerdi.   (bkz. Riyazüs Salihin, C.4, S.15)
Aile fertlerimize vakit kaybetmeden söyleyelim Efendimiz (sas)’den öğrendiğimiz bu güzel sevgi ifadelerini:
“Allahım ben onu seviyorum, sen de onu sev, onu seveni de sev!”

     SEVİLMEYİ EN ÇOK HAKEDEN İKİ KİŞİ:  ANNE-BABA
Dinimizde sevgi ve saygı gösterilmesi emredilen varlıklar arasında anne ve baba her zaman özel bir yere sahip olmuş, onlara karşı “öf” bile demek yasaklanmıştır.
Bir adam Allah Resûlü"ne (sav) gelerek, “Ey Allah"ın Resûlü, kendisine güzel davranıp yakınlık göstermemi en çok hak eden kimdir?” diye sordu. Hz. Peygamber, “Annen.” cevabını verdi.Adam, “Sonra kimdir?” diye sorunca Hz. Peygamber yine, “Annen.” buyurdu. Adam, “Sonra kimdir?” diye yeniden sorunca Peygamber Efendimiz, “Annen.” cevabını verdi. Bunun üzerine adam, “Sonra kimdir?” dedi. Hz. Peygamber, “Sonra babandır.” buyurdu.

*** Uzun bir yolculuğun ardından Peygamberi"ni görmeye Medine"ye gelmişti. Önce onun Allah"ın son elçisi olduğuna inandığını söyleyecek, imanını biat ile perçinleyecekti. Sonra da İslâm ile coşan ruhuna cihadı tattıracak, canını dini uğruna feda etme arzusu ile Peygamber"in ordusunda saf tutacaktı.
Geride ailesini bırakmıştı. Desteğine muhtaç, gözleri yaşlı anne ve babasını... Belki de kalbindeki ateşi bildiklerinden, bu gidişin dönüşü olmayacağını hissedip gönül koymuşlardı. Şimdi Peygamberi"nin karşısındaydı işte. Niyetini anlatırken söylemeden edemedi: “Anne babamı ardımdan ağlar bırakıp sana geldim yâ Resûlallah!” Dini için elinden geleni yapmaya nasıl da azmettiğini göstermek ister gibiydi. Oysa Peygamberimizin cevabı zihnindekileri alt üst etmeye yetmişti: “Onların yanına geri dön ve ikisini de nasıl ağlattıysan öylece güldür!” 
Esma binti Ebu Bekir (ra) anlatıyor:

 "Annem bana Kureyş ile anlaşma yapıldığı zaman gelmişti. Annem o zaman müşrikti. Rasûlullah (sav)'e:

  -Ey Allah Resulü! Annem bana geldi. Kötü bir durumda (bakıma muhtaçtır). Anneme sıla yapayım mı (ona iyilik edeyim mi)?” diye sordum.  Buyurdu ki:

 "Evet, annene iyilik et." 

                                   AİLEDE SEVGİ
Akrabalarla sevgi bağlarının devam ettirilmesi (sıla-i rahîm) konusuna da önem verilmiştir. Allah Resûlü, kişinin çocuklara karşı da her zaman sevgi ve merhametle davranmasını emretmiş, onları öpüp   yanaklarını okşamış,   sırtına bindirmiş,  hatta namazdayken bile kucağında taşımıştır.   Sevgili Peygamberimiz, çocuklarına karşı her zaman oldukça ince ve zarif bir şekilde sevgisini ifade etmiştir. Kızı Fâtıma, yanına girdiği zaman Resûlullah onun için ayağa kalkar, elinden tutar, onu öper ve kendi yerine oturturdu. Hz. Fâtıma bu zarif sevgi gösterisini kendisine örnek edinir ve babasına aynı şekilde davranırdı.   Bu tavır sevginin saygıdan ayrılmaması gerektiğini de göstermektedir. Aksi hâlde, kaba ve saygısız davranışlar, insanların incinmesine, zamanla sevgilerini yitirmelerine sebep olmaktadır.
                         
                         KARDEŞLİK

Enes"ten nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Sizden biri, kendisi için istediğini
(Müslüman) kardeşi için de istemedikçe (gerçek anlamda) iman etmiş olamaz.”
Ebû Hüreyre"den nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kim bir Müslüman"ın dünya sıkıntılarından bir sıkıntıyı giderirse, Allah da onun kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim darda kalan bir kimsenin işini kolaylaştırırsa, Allah da dünya ve âhirette onun işlerini kolaylaştırır. Kim bir Müslüman"ın ayıbını örterse, Allah da dünya ve âhirette onun ayıplarını örter. Kul, kardeşinin yardımında olduğu sürece, Allah da onun yardımcısı olur.”

SEVGİ TOPLUMUNU GÜÇLENDİREN İKİ ÖNEMLİ UNSUR:                        AFFETMEK VE BARIŞMAK
  Rasûlullah (sas) buyuruyor ki:
 “Hoş gör ki, hoş görülesin.”
“Kim dünyada bir kulu(n ayıbını/kusurunu) örterse, Allah da kıyamet günü onu(n ayıbını/kusurunu) örter.”

Sevginin hakim olduğu bir toplumun inşasına önem veren yüce dinimiz, inananların birbirine dargın durmasına da hoş bakmamıştır:
“Birbirinizden nefret etmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah"ın kulları, kardeş olun. Bir Müslüman"ın din kardeşiyle üç günden fazla küs durması helâl olmaz!”
 “Müslüman kardeşine bir sene küs duran kimse, onun kanını dökmüş gibi (vebalde)dir.”
Cennette kendisine komşu olma arzusunda olan sahabe Enes bin Malik, Efendimiz (sas)’e hangi amelin cennette kendisine komşu olmaya vesile olacağını sorar. Aldığı tavsiye gün boyu namaz, sürekli tutulan oruç gibi ibadetler değildir. Cennet yolunun, kalbi kötü duygulardan arındırmak olduğunu hayretle öğrenir. Sabah uyandığımızda aklımıza uğradığımız haksızlıklar, sevmediğimiz kişiler mi geliyor, yoksa kalbi tüm kötü duygulardan arınmış bir huzurla dolu olarak mı buluyoruz? Allah Rasûlü (sas)’in tavsiyesi kaynaklarda şöyle aktarılıyor:                             
Enes b. Mâlik anlatıyor: “Resûlullah (sav) bana dedi ki, "Evlâdım! Eğer kalbinde hiç kimseye karşı hile olmadan sabaha ve akşama erişmeyi başarabilirsen bunu yap. İşte bu benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimi yaşatırsa beni sevmiş olur, kim de beni severse cennette benimle birlikte olur." ”
Affetmenin, muhatabımızdan çok bize fayda sağladığını ve değer kattığı hadis-i şerifte  şu şekilde ifade ediliyor:
“…Allah, affeden bir kulunun ancak şerefini artırır…”
Bir defasında Hz. Âişe, Allah Resûlü"ne başındaki miğferin kırıldığı, yüzünün kanlara bulandığı ve dişinin kırıldığı Uhud gününden   daha sıkıntılı bir gününün olup olmadığını sormuş, Peygamberimiz de Tâif dönüşünde yaşadıklarının hayatının en ıstıraplı ve unutulmaz anları olduğunu söylemişti. Tâifliler, kendilerini İslâm"a davet için gittiğinde Allah Resûlü ile alay etmiş ve ona hakarette bulunmuşlar, hatta geçip gideceği yolun iki yanına oturarak attıkları taşlarla onu yaralamışlardı. Ellerinden kurtulduğu zaman mübarek ayaklarından kanlar akıyordu.   Bir ağacın dibinde biraz dinlendikten sonra ellerini göğe kaldırarak hâlini Yüce Allah"a arz etti.   Bu sırada gökte bir bulutun içinde Cebrail"i gördü. Cebrail (as), Allah"ın onun duasını işittiğini, onlar hakkında ne dilerse yapması için dağlar meleğini gönderdiğini söyledi. Dağlar meleği ise Hz. Peygamber"e selâm verdikten sonra (Ebû Kubeys ile Kuaykıân adlı) iki büyük dağı zalimlerin başına geçirebileceğini bildirdi. Buna mukabil Hz. Peygamber, “Hayır. Bilakis ben Allah"ın onların soyundan sadece kendisine kulluk edecek bir nesil çıkarmasını ümit ederim.” dedi.   Kavmi tarafından benzer zulümlere maruz kalan fakat yine de, “Allah"ım! Kavmimi bağışla, çünkü onlar bilmiyorlar.” diyen önceki bir peygamber gibi,  Resûl-i Ekrem de Tâifliler için Allah"tan af dilemişti. O gün Resûl-i Ekrem"in onları bağışlaması on iki yıl gibi kısa bir süre içinde meyvesini verecek, Tâifliler Medine"ye bir heyet gönderip kendi istekleriyle İslâm Dini"ni kabul ettiklerini bildireceklerdi.
Uhud savaşında kendisini öldürmek isteyen müşriklerin helak edilmesinden endişe edince, “Allahım! Kavmimi bağışla; çünkü onlar bilmiyorlar.”diye dua eder.
Müminin bir başkasını bağışlaması, esasen bağışlamayı çok seven Yüce Allah"ın   ahlâkıyla ahlâklanmanın bir gereğidir. Nasıl ki Rabbimiz adalet ve iyiliğinin bir gereği olarak kullarını bağışlıyorsa, kullar da Rablerinin bu ahlâkından nasiplenmek için elinden geleni yapmalıdırlar. Dolayısıyla Allah"ın kendisini affetmesini isteyen, kendisi de başkalarını affetmelidir. Yoksa,“Allah"ın sizi bağışlamasını arzu etmez misiniz?” 

Nur Sûresi’nin bu ayetinin iniş sebebi olarak anlatılan olay hepimizin tanıdığı,bildiği bir olay. Hz Âişe, akıl almaz bir iftiraya uğruyor ve bu iftirayı dilden dile aktaranlardan birisi de Ebu Bekir (ra)’ın, düzenli olarak yardımda bulunduğu dayıoğlu Mistah. Ebu Bekir, Mistah’a bir daha yardım etmeyeceğini söylüyor kızgınlıkla. ‘Allah’ın sizi affetmesini istemez misiniz’ ayeti nazil olunca, ‘İsterim Ya Rabbi’ diyerek birden ayağa kalkıyor ve Mistah’a daha önce yaptığı yardımın iki katını, hayatının sonuna kadar vereceğini söylüyor.
Birilerine olan kızgınlığımızdan, kırgınlığımızdan bir türlü kurtulamıyorsak, sabahları gözümüzü açtığımızda ilk olarak bu olumsuz duygular aklımıza geliyorsa, kalbimizi öfke duygusundan arındırmak için bu ayeti içimizden defalarca tekrar etmeye ne dersiniz: ‘Allah’ın sizi affetmesini istemez misiniz’

Resûl-i Ekrem kendisi bağışlamayı şiar edindiği gibi, insanlara da bağışlamayı tavsiye ederdi. Bir mümin kabahatinden dolayı kardeşinden özür dilediğinde, özrünün kabul edilmemesinin büyük bir vebal olduğunu söylerdi.

Resûl-i Ekrem böylece affetme erdemine götüren biricik yolu tarif etmiş oluyordu. Zira kalbinde kin ve intikam duyguları bulundurmamayı kendine ilke edinen birisi için bağışlamak hiç de zor olmasa gerektir. Çünkü düşmanlık ve intikamın olmadığı yerde sevgi ve kardeşlik egemen olacak, zamanla yıpranabilecek ilişkiler de af ile yeniden tamir edilecektir.


                     MERHAMET

“مَثَلُ الْمُؤْمِنِينَ فِى تَوَادِّهِمْ وَتَرَاحُمِهِمْ وَتَعَاطُفِهِمْ، مَثَلُ الْجَسَدِ، إِذَا اشْتَكَى مِنْهُ عُضْوٌ، تَدَاعَى لَهُ سَائِرُ الْجَسَدِ بِالسَّهَرِ وَالْحُمَّى.”
Nu"mân b. Beşîr"in naklettiğine göre
Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
“Müminler, birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet ve şefkat göstermede, tıpkı bir organı rahatsızlandığında diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateşle bu acıyı paylaşan bir bedene benzer.”
 “İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez.”
Özellikle yaşlılara merhamet etmek , dinimizin çok çok değer verdiği erdemli bir davranıştır. Peygamberimiz (sas) buyuruyor ki:                             
 “Bir genç, ihtiyar bir kimseye yaşından dolayı hürmet ederse, Allah da ona yaşlılığında kendisine hürmet edecek birisini hazırlar.”


SEVGİ TOPLUMUNU ZEDELEYEN DAVRANIŞ: ALAY ETMEK
Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
 “…Müslüman kardeşini küçük görmesi, kişiye kötülük olarak yeter…”
“Karşılığında bana dünyayı verseler bile, kimsenin taklidini yapmam; bundan asla hoşlanmam.”
 “Kardeşinin başına gelen bir şeye sevinip gülme. Sonra Allah ona merhamet edip seni (o şeyle) imtihan eder.”
“…Müslüman kardeşini küçük görmesi, kişiye kötülük olarak yeter…”
Hümeze Sûresi’ni duydunuz mu? Sûre’nin adının anlamı şu:Alay eden sûresi, kaş göz işaretiyle dalga geçen, çekiştiren sûresi…
“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!” 
Bırakın biriyle sözlü olarak alay etmeyi, birisinin arkasından dalga geçer bir şekilde gülmeyi veya kaş-göz işareti yapmayı bile yasaklar dinimiz, kendine yapılmasını istemediğimiz bir şeyi başkasına yapmayı da hoşgörmez…
İNSANLARI GÖRÜNÜŞLERİNE GÖRE DEĞERLENDİRME!
UNUTMA Kİ HER İNSAN BİR ENGELLİ ADAYIDIR…
Ebû Hüreyre"nin naklettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah, sizin görünüşlerinize ve mallarınıza bakmaz, ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.”
Kur’an’da ‘Abese’ adında bir sûre var. ‘Yüzünü Ekşitti’ Sûresi. Anlamı ne kadar da dikkat çekici!.. Yüce Allah bu sûreyle ruhlara öyle bir incelik katıyor ki… Görme engelli bir kişinin yanında kaşları dahi çatmaya razı olmadığını ifade ediyor biz kullarına:
Peygamberliğin ilk yıllarıydı. Kutlu Elçi, çevresindeki insanları İslâm"a açıkça davet etmeye başlamıştı. Gece gündüz demeden kendisini dinleyen herkese Allah"ın gönderdiği mesajları anlatıyordu. Putlara tapan halkı, bir olan Allah"a çağırıyordu.
İşte o günlerden birinde Mekke"nin ileri gelen müşriklerinden biriyle konuşmaktaydı. İslâm hakkındaki sohbet hayli koyulaşmıştı. Tam o esnada âmâ sahâbîlerden Abdullah b. Ümmü Mektûm, irşat edilmeye ihtiyacı olduğunu söyleyerek çıkageldi. “Bana doğru yolu göster, ey Allah"ın Resûlü!” dedi. Onun zamansız gelişine canı sıkılan İslâm Peygamberi, yüzünü çevirip konuştuğu şahsa döndü ve “Söylediklerimde herhangi bir sorun görüyor musun?” diye sordu. Adam, “Hayır.” diye cevap verdi. İşte Peygamberimiz, tam da muhatabının İslâm"ı kabullenmesi konusunda ümitlendiği esnada, Yüce Allah"ın şu âyetlerine muhatap oldu: “(Peygamber), âmânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve çeviriverdi! Sen nereden biliyorsun, belki o temizlenecek, yahut öğüt alacak da bu öğüt ona fayda verecek! Kendini muhtaç görmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun! (İstemiyorsa) onun arınmamasından sana ne! Fakat koşarak ve (Allah"tan) korkarak sana gelenle ilgilenmiyorsun! Hayır böyle yapma, şüphesiz bu âyetler bir öğüttür, dileyen ondan öğüt alır.” 
Abese sûresinin inişinden sonra Hz. Peygamber ile aralarında gelişen samimi ilişkiler İbn Ümmü Mektûm"a daha önemli görevlerin verilmesini de sağlamıştı. Gözüyle değil, gönlüyle gören bu yüce sahâbî, tam on üç defa Hz. Peygamber"e vekâlet etmişti. Resûl-i Ekrem, çeşitli seferlere/savaşlara giderken Medine"de yerine onu vekil bırakmıştı.   Peygamberimizin Medine"de toplum lideri ve devlet başkanı olduğunu dikkate alırsak, onun bu âmâ dostuna ne kadar önem verdiği daha kolay anlaşılır. Allah Resûlü kendi vekâletini ona vermekle, ehil olmaları hâlinde engellilerin de en üst mevkilerde görev alabileceklerini göstermişti.


Mü’min, kimseyi görünüşünden dolayı yargılamaz.

Zenginlik - fakirlik, siyahlık – beyazlık, Araplık – Türklük, makam ve mevkiler gibi üstünlük kabul edilen değer ölçüleri insanlar tarafından konmuş ölçülerdir. Allah yaratılış itibarı ile herkesi eşit yaratmıştır. Ve insanlar arasından üstünlüğü kendine yakınlıkta görmüş bunu da kerim kitabımızda bizlere bildirmiştir.
اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُمْ اِنَّ اللّٰهَ عَلٖيمٌ خَبٖيرٌ
“…Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.”
اَلنَّاسُ بَنُو أدَمَ وَخَلَقَ اللَّهُ أدَمَ مِنْ تُرَابٍ
“…İnsanlar Âdem’in çocuklarıdır. Ve Allah Âdem’i topraktan yaratmıştır.”
Peygamberimiz (s.a.v.) bu gerçeği, insanlık tarihine altın harflerle yazılan Veda Hutbesinde dile getirirken bizlere şöyle sesleniyor:
 “Ey insanlar! Şunu iyi bilin ki, Rabbiniz birdir, atanız birdir. Hepiniz Âdemdensiniz. Âdem ise topraktandır. Allah katında Üstünlük ancak takva iledir. Muhakkak ki Allah her şeyi bilir. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, beyazın siyaha, siyahın beyaza üstünlüğü yoktur. Dikkat edin! Tebliğ ettim mi? Şahit Allah’ım.”

SİYAH KADININ OĞLU!
Medine'de bir gün. Sahabe kendi aralarında oturmuşlar, sohbet ediyorlar. Kimler mi var? Hz. Halid, Hz. Abdurrahman bin Avf, Hz. Bilal, Hz. Ebu Zerr. Bir konuda yoğunlaşmışlar.
Tartıştıkları konuda Hz. Ebu Zerr (r.a.) görüşünü söyler. Biraz da ısrar eder görüşünü kabul ettirmek için. Hz.
Bilal ise, "sana katılmıyorum" der. "Bu teklifin makul değildir, bence" der.
Hz. Ebu Zerr (r.a.) ise sinirlenir.
Şöyle der: Sen mi beni tenkit ediyorsun siyah kadının oğlu! Eski bir köle olan Hz. Bilal, sarsılır.
Hayret eder ve şöyle der: Sen mi bunu söylüyorsun ey Ebu Zerr.
Beni annemin rengiyle mi suçluyorsun.
Sen nerede olduğunun farkında değil misin? Aslında söz bir defa ağızdan çıkmıştı.
Geri gelmezdi ki! Hz. Ebu Zerr bu cümleyi söyleyecek biri değildi. Ama işte, bir an olan olmuştur.

Hz. Bilal Resulullah'ın huzurunda
Hz. Bilal, Resulullah'a (s.a.v.) gider ve "ey Allah'ın elçisi duydunuz mu, Ebu Zerr beni kırdı. Beni annemle ayıpladı. Bana siyah kadının oğlu dedi" der.
Hz. Peygamber'in (s.a.v.) rengi değişti. Müthiş bir rahatsızlık duydu.
Ebu Zerr (r.a.) da efendimize koşmuş, belki de özrünü beyan edecekti.
İçeri girdi ve selam verdi.
Hz. Peygamber (s.a.v.) o an o kadar hiddetlenmiştir ki, selama cevap verip vermediğini bile bilmiyoruz. Belki dudaklarını tepretmeden cevap vermiştir.
Hz. Ebu Zerr'e döndü ve şöyle buyurdu:
"Ey Ebu Zerr. Sen onu annesiyle mi ayıpladın! Sen öyle bir adamsın ki hâlâ sende cahiliye döneminin kalıntıları var.
Ebu Zerr (r.a.) ağlamaya başladı.
Resulullah'ın (s.a.v.) yanına gelip oturdu.
Şöyle seslendi: "Ey Allah'ın elçisi benim için bağışlanma dile. Allah'ın beni affetmesi için dua buyur."
Sonra Ebu Zerr (r.a.) kalkar ve Hz.
Bilal'in evine gider. Kapının yanında yere uzanır. Başını toprağa koyar. Hz.
Bilal gelince, kapısının önünde yere uzanmış olan Ebu Zerr'i (r.a.) görür.
Ne bu hal deyince, Ebu Zerr (r.a.) der ki: Bilal! Kardeşim, ben seni annenle kınadım. Hata ettim. Sen o ayaklarınla başıma basmadıkça, ben kalkmayacağım. Bu başa o ayak basmalıdır. Basmalı ki, o baştan çıkan söz affedilsin.
Hz. Bilal (r.a.) ağlar. Hayır der, kalk kardeşim. Senin başına basmayacağım, ben seni affettim.

Bu olayın farklı bir rivayeti de şöyle:

Ebu Zer (ra) şöyle demiştir:
- Bir kere ben Bilal’i, anasından dolayı ayıplamıştım da, Nebiyyi Mükerrem (sav) bana buyurdu ki: - Ey Ebu Zer! Onu sen anasından dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sen, içinde henüz cahiliyye ahlakı kalmış bir kimse imişsin! buyurdu. Bunun üzerine ben yanağımı yere koyup:
- Bilal, ayağıyla basmadıkça yanağımı yerden kaldırmayacağım” dedim. 


"ZAHİR BİZİM ÇÖLÜMÜZDÜR, BİZSE ONUN ŞEHRİYİZ”
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), engelli sahabelere iltifatta ve ikramda bulunmuş, onlarla şakalaşmış, onların sosyal hayata katılımlarını sağlayan kolaylıklar getirmiş, meslekî anlamda ve istihdam boyutuyla yeni imkânlar sağlamıştır.

Mesela; Hz. Abdullah’a hem müezzinlik hem de yöneticilik görevi vermiştir. Bacağından sakat olan Hz. Muaz bin Cebel, bizzat Peygamberimiz (asv) tarafından Yemen valisi olarak tayin edilmiştir.

Peygamberimiz (asv)’in, toplum içinde hiçbir sosyal statüye sahip olmayan ve horlanan engellileri, şefkatli bir yaklaşım ile bu durumdan kurtarmıştır.

Bunlardan biri de Hz. Zahir’dir.

Zahir bin Harun adlı bu zat, çölden hediyelerle birlikte Resûlullah (asv)’a gelirdi. Resûlullah da ayrılacağı zaman Zahir’in ihtiyaçlarını tedarik ederdi. Resûlullah: “Zahir bizim çölümüzdür, biz de onun şehriyiz” buyururdu. Sert yapılı ve biraz da yakışıklı olmayan bir adam olmasına rağmen onu severdi. Bu ifade, “Zahir, bizim çölde yaşayanımızı temsil eder, biz de onun şehirde yaşayanını temsil ederiz” anlamına gelir.


Zâhir, ara sıra Allah Rasûlüne¸ çöl çiçek ve meyvelerinden hediyeler getirir, Peygamberimiz de onu çölde lazım olabilecek hediyelerle sevindirirlerdi. Bazı bedenî kusurları olduğu için¸ toplum içinde bulunmaktan tedirgin olan ve bu yüzden çölde yaşamayı tercih eden bu sahâbîye¸ Peygamber Efendimizin çölden bazı bitkileri toplayıp¸ Medine pazarında beraberce pazarlamayı önermesi ilginçtir. Zâhir¸ Peygamber Efendimizin zaman zaman şakalaştığı sahâbelerden biri idi. Onun için Peygamberimiz¸ “Zâhir¸ bizim çölümüz¸ biz de onun şehriyiz.” buyururlardı.

Ticaretle uğraşan Zâhir¸ yine bir gün bir şeyler satmak amacıyla şehre gelmişti. Rasûlullah Efendimiz¸ o görmeden arkasından gelip¸ kollarından tuttuktan sonra gözlerini kapadılar. Zâhir¸ telaşlı bir şekilde:

“Kimsin? Beni bırak.” diyerek geri döndü. Peygamberimiz olduğunu görünce de sevindi ve başını¸Rasûlullah'ın şefkatli sînesine koydu.

Allah Rasûlü şakalarına şu soruyla devam ettiler:

“Bu köleyi kim satın alır?”

Bu soruya Zâhir:

“Pek alıcı bulamazsınız¸ benim ne değerim olabilir ki?” diye cevap verince¸ Peygamberimiz (sas) şöyle buyurdular:

“Senin Allah katında değerin yüksek.” (Ahmed¸ III¸ 161.)

FARKLI DİNİ GÖRÜŞLERE SAHİP OLANLARLA
BİRARADA YAŞAMAK
“O’nun kanıtlarından biri de, gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için ibretler vardır.” 
 “Rabbin dileseydi insanları elbette tek bir ümmet yapardı.”
 “Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir.”
“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. Böyle iken sen mi, mümin olsunlar diye, insanları zorlayacaksın?” 


Resûlullah’la görüşmek için Mescid-i Nebevî’ye giren Necrân Hıristiyanlarının temsilcileri, ibadet vakitleri gelince doğu istikametine dönüp ibadet etmeye hazırlandılar. Sahâbîler onlara engel olmak istediler. Fakat hoşgörü peygamberi, onların serbest bırakılmasını ve ibadetlerini yapmalarına müsaade edilmesini emretti. 

Kurban bayramında kesilen kurban etlerinden Yahudi komşularına da dağıtırdı Allah Rasûlü(sas).
***Bir Yahudi cenazesi geçerken, Efendimiz (sas) ayağa kalkıyor. Sahabesi şaşkınlık içerisinde, geçenin vefat eden bir Yahudi olduğunu söyleyince, onun da insan olduğunu ve saygıya layık olduğunu belirtiyor.   
 Ebu Hureyre (ra) naklediyor: Medine’de malını satan bir Yahudi’ye, hoşuna gitmeyen bir fiyat önerilince, “Musa’yı insanlık üzerine seçene yemin olsun ki, olmaz” dedi. Ensar’dan bir adam bunu duyunca, “Nebi aramızda iken sen nasıl “Musa’yı insanlık üzerine seçene yemin olsun, dersin” diyerek Yahudi’ye bir tokat attı. Yahudi Hz. Peygambere giderek “Ey Ebu’l-Kasım! Benim zimmetim ve ahdim (korunma garantim ve anlaşmam) varken falancaya ne oluyor da bana tokat atıyor” dedi. Allah Resulü (sav) adama, niçin vurduğunu sordu. O da olayı anlattı. Nebi (sav) kızgınlığı yüzünde belli olacak şekilde öfkelendi ve şöyle buyurdu:
“Allah’ın Peygamberleri arasında üstünlük yarışı yapmayınız.” 
                           
BÜTÜN CANLILARA, DOLAYISIYLA HAYVANLARA MERHAMET
“…Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki gökyüzündeki(ler) de size merhamet etsin.”
Ebû Hüreyre’den rivayet edildiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur:
“Vaktiyle bir adam yolda giderken çok susadı. Bir kuyu buldu, içine indi su içti ve dışarı çıktı. Bir de ne görsün, bir köpek, dili bir karış dışarıda soluyor ve susuzluktan nemli toprağı yalayıp duruyordu. Adam kendi kendine:
– Bu köpek de tıpkı benim gibi pek susamış, deyip hemen kuyuya indi, ayakkabısını su ile doldurdu, onu ağzına alarak yukarıya çıktı ve köpeği suladı. Adamın bu hareketinden Allah Teâlâ hoşnut oldu ve onu bağışladı.” Sahâbîler:
– Ey Allah’ın Resûlü! Bizim için hayvanlardan dolayı da sevap var mı? dediler. Resûl-i Ekrem:
“– Her canlı sebebiyle sevap vardır” buyurdu.
Peygamber Efendimiz’in burada verdiği örnek karşısında, sahâbîlerden bazılarının, “hayvanlara iyilikten dolayı da sevap kazanabilir miyiz?” diye sormaları normaldir. Çünkü bu tür bir davranış o günkü toplumda mevcut değildi. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Nebiyy-i Muhterem bu soruyu soranları ve onlar gibi düşünen bütün insanları, verdiği cevapla ikaz ve irşad etmiştir. Böylece hayvan da olsa mahlûkata yapılacak her iyiliğin Allah’ın rızasına ve mağfiretine vesîle olacağını anlamaktayız. Bağışlanma ise saâdet vesilesidir.
Dikkat çekici bir diğer hadis-i şerifte ise şöyle buyrulmuştur:
“Bir kadın, ölünceye kadar hapsettiği bir kedi yüzünden azâba uğradı ve bu sebeple cehenneme girdi. Hayvanı hapsettiğinde ona bir şey yedirmemiş, içirmemiş, yerdeki haşereleri yemesine bile izin ve imkân vermemişti.”
Sevâde bin Rebî -radıyallahu anh- şu muhteşem incelik ve merhamet misâlini nakleder:
“Peygamber Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine çıkıp bir şeyler istedim. Bana birkaç tane (3 ile 10 arasında) deve verilmesini söyledi. Sonra da şu tavsiyede bulundu:
«–Evine döndüğün zaman hâne halkına söyle, hayvanlara iyi baksınlar, yemlerini güzelce versinler! Yine onlara tırnaklarını kesmelerini emret ki hayvanları sağarken memelerini incitip yaralamasınlar!»”
Yine Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- koyun sağan bir şahsa rastlamışlardı. Ona:
“–Ey filân! Hayvanı sağdığında yavrusu için de süt bırak!” buyurdular.
Bir seferinde Rahmet Peygamberi, Medineli Müslümanlardan birinin bahçesine gir . Oradaki bir deve, onu görünce inledi ve gözlerinden yaşlar akıttı. Nebî (sav) deveye yaklaşarak başının arka/üst tarafını okşamaya başlayınca hayvan sakinleşti. Peygamberimiz devenin sahibinin kim olduğunu sordu, ensardan bir genç de onun kendisinde ait olduğunu söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, o gence nasihatte bulunarak şöyle dedi: “Allah"ın sana verdiği bu deve hakkında Allah"tan korkmuyor musun? Deve bana şikâyette bulundu. O bana senin kendisini aç bıraktığını ve fazla çalıştırarak yorduğunu şikâyet etti.” 
Hz. Peygamber"in anlattığına göre, bir adam da bir köpeğe acıması sebebiyle Allah"ın mağfiretine nail olmuştu. Yolculuk sırasında susayan ve bir kuyuya inip su içen adam, çıktığında susuzluktan toprağı yalayan bir köpek görmüştü. Ona karşı merhametli davranarak tekrar kuyuya inmiş, pabucuna doldurduğu suyu çıkarıp köpeğe içirmişti. Rahmeti sonsuz olan Yüce Allah, adamın bu davranışını beğenmiş ve onu bağışlamıştı. Sahâbîler bu garip hadiseyi Hz. Peygamber"den işitince merak ederek sormuşlardı, “Hayvanları sulayınca da sevaba erişir miyiz?” Resûlullah (sav), “Elbette, her hayat sahibini sulama karşılığında size ecir vardır.” buyurmuştu. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder